scarf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
scarf etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Aralık 2012 Çarşamba

Kocaman Bir Adam


Taksime takılanlar bilir, Hazzopulo pasajının ( Nam-ı diğer Danışman Geçidi) içinde çaycılar vardır. Mustafa Amca bunların en eskisi ve en güzelidir. Birkaç masa ve küçük taburede sessiz sakin çayınızı içer gazetenizi okurdunuz eskiden. Sonra nasıl olduğunu anlayamadan bir anda popüler bir hale geldi orası. Çaycı nın adının Mustafa Amca Jeans olması da günümüz kahve evi zincirlerine bir nazire olarak kondu oraya. Artık yer bulmak namümkündü!

İşte, zar zor yer bulabildiğimiz günlerden birinde, oradaki potansiyeli farketmiş başka bir girişimcinin, bir kitabevinin önündeki “ucuz” kitaplardan birine takıldı gözüm: “Futbol nedir ki?”. İşte Barış Tut’la tanışmam böyle oldu. Ve sonra öğrendim ki, kendisi aynı zamanda İthaki Yayınlarının futbol kültürü serisinin de yaratıcısı. Türkiye’de bir spor adamı hakkında yazılmış muhtemelen tek kitapla da seriye katkı yapmış; “Kocaman Bir Adam: Sıradışı Bir Teknik Direktörün Portresi”.

Daha önce blogda bahsettiğim Ajax,Barcelona,Cruyff kitabından esinlenerek bir kitap yazmaya karar vermiş ve o dönemin en dikkat çeken spor adamı Aykut Kocaman’ı seçmiş. Aykut Kocaman, İstanbulspor’un  başındayken onunla –yanlış hatırlamıyorsam- 9 ay süresince yaptığı röportajları derlemiş.
Kitabı okuyalı oldukça uzun zaman oldu ancak hatırladığım şeylerden birisi Barış Tut’un Aykut Kocaman’ı futbol çölümüzde bir vaha olarak değerlendirmesi. Aykut Kocaman’ın o zaman İstanbulspor’a oynatmaya çalıştığı pozitif futbolu, elde ettiği başarıları ve demeçlerini hatırlayıp da bugüne bakınca, derin bir iç çekesi geliyor insanın. 

El ile atılan golden sonra, rakibimizi böyle bir golle yenmek istemezdim demesinden, Konyaspor’un başındayken, bu defa kendi takımına hem de Fenerbahçe’nin elle attığı golden sonra istifa etmesine kadar, bu dibine kadar çamura batmış futbol alemimizde dik ve onurlu bir duruş sergilemiş bir adamdı Aykut Kocaman. Hayat ne acıdır ki “temiz futbolun” bayraktarlığını yapan Aykut Kocaman’ın takımı, ülkede ilk defa yapılan Şike Soruşturmasının merkezindeydi ve Şampiyonlar Ligi hakkı elinden alındı.
Daha sonra Aykut Kocaman’a da bir şeyler oldu. O da düzene ayak uydurmaya başladı ve “hakemler artık kimin yanında durmaları gerektiğini biliyorlar”( galatasaray’ı kastederek) gibi bir açıklama yaptı. O andan itibaren benim için temiz futbol bayraktarlığına da son verdi. Çünkü burada 3 Temmuz süreciyle Fenerbahçe'nin sendelemesi üzerine hakemler tarafından kollanmıyor olmasından şikayetçi olmuş gibi bir ima çıkıyordu. Yani Fenerbahçe 3 Temmuz sürecinden önce kollanıyor muydu? Aykut Kocaman değil miydi, Anelka'nın el ile attığı golden sonra istifa eden. ( Bir görüşe göre de İstanbulspor'da görev yaparken, dönemin başkanı Adnan Sezgin, teşvik primlerini Aykut Kocaman'ın gözü önünde dağıtıyordu ve yine Selçuk Şahin'in Altay maçıyla ilgili aldığı teşvik primi olayı da onun döneminde gerçekleşti. )

Peki Aykut Kocaman iyi bir teknik direktör mü?


Bugüne kadar çalıştırdığı İstanbulspor, Malatyaspor ve Ankaraspor futbol aleminden silindi desek yeridir. İstanbulspor 2’ye bölündü, Malatyaspor, Yeni Malatya oldu ve Ankaraspor cezalar nedeniyle küme düşürüldü. Konyaspor ise PTT 1. Ligde.

Fenerbahçe sürecine baktığımızda ise sportif direktör olarak başladığı görevine bir sene sonra teknik direktör olarak devam etti. Sportif direktör iken, yetki ve görev tanımının ne olduğunu tam olarak bilmediğinden dert yanarken kendini kulübede bulması sanırım kendisinin hoşuna gitmiştir. Ancak gelinen nokta gösterdi ki keşke orada kalsaydı. ( belki de kalacaktır!)

Pazarlama okurken bize, kabaca, strateji varmak istediğiniz nokta, taktik ise ulaşma istediğiniz o noktaya erişmek için yaptığınız davranışlardır diye öğretmişlerdi.Buradan yola çıkarsak; Aykut Kocaman’ın stratejisi, öncelikle Zico dönemindeki sıkıcı ama başarı getiren futbol kültürünü değiştirmekti.  Başarı kazanmak bunun ardından geldiği için taktiksel hamlelerini de buna uygun yaptı. Alınan futbolcular, öne geçilince dönülen 4-3-3 formasyonu ve şampiyon olunan sezonun ilk bölümünde Alex’in oynatılmaması ve günümüzde gönderilmesinin ana sebebinin bu olduğunu düşünüyorum. Ancak demin de dediğim gibi uzun vadeli bu hedefi  koyarken, kısa vadeli hedeflere uygun hamleleri yapmakta zayıf kaldığı da saha içerisindeki sonuçlara ve oyun tarzına bakılınca da görülebiliyor. Öne geçince geri çekilen, tabiri caizse korkak oynayan bir takım kimseyi mutlu etmiyor. Ama şampiyon olduğu 2011'de ikinci yarı 17'de 16 yapması, 2012'de paly-off ta yaptığı çıkışı düşününce uzun soluklu düşünebildiği ve ona göre planlama yaptığı da ortada.

Sonuç itibariyle, Aykut Kocaman, kulübede günü kurtaracak bir teknik direktör  konumundan, Fenerbahçe’nin futbol geleceğini planlayan bir  sportif direktör konumuna geri dönerse, her iki kurum ve hatta belki de Türk futbolu açısından çok daha iyi bir sonuç ortaya çıkacaktır. Hem Aykut Kocaman değil midir ki ,yöneticiler futbolun içinden gelen kişiler olmalı diyen!



Kitap: Kocaman Bir Adam: Sıradışı Bir Teknik Direktörün Portresi 

İthaki Yayınları ,380 sayfa Yazar : Barış Tut

10 Aralık 2012 Pazartesi

Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar - Futbol Kitapları



Yazıyı yazmadan önce google'da bir arattım. Kitapla ilgili birkaç yazı mevcut. Ama benim bir amacımın da futbol kitapları arşivi yapmak olduğu düşünülürse, acele etmeden okuyup, yazıyorum.

Belirttiğim gibi kitabın içeriğiyle ilgili yazılar zaten mevcut. Benim görüşümü merak ediyorsanız, kitap, Futbol Asla Sadece Futbol Değildir'in kötü bir kopyası. Zaten Franklin Foer de kitabı yazarken, Simon Kuper'in kitabından etkilendiğini yazmış. Her iki kitapta'da Rangers-Celtic gibi ortak konular olduğu gibi, farklı alanlar da mevcut. Futbol'un bir oyun olmaktan çıkıp nasıl hayatın merkezine geldiğine ve dair çeşitli örnekler mevcut. Her ne kadar kötü bir kopya dediysem de keyif almadığımı söyleyemem.

Her 2 kitabı da okuduktan ve Futbolun sadece futbol olmadığını anlayıp, dünyayı açıklayan bir unsur olduğuna ikna olduktan sonra beni bir efkar sarmıyor değil. Mesela, böyle bir duygu ortamında futbol taraftarı nasıl sağduyuya sahip olabilir ki? Rakip takım taraftarından ölesiye nefret ederken, rakibe saygı duymasını, olay çıkarmamasını beklemek mümkün mü? Herkesin bu kadar tutkuyla bağlı olduğu bir alanda, endüstriyelliğe karşı amatör ruh korunabilir mi? Futbol temiz kalabilir mi? Takımların yöneticlerin oyuncağı olmasından kurtulunabilinir mi?

Bence çok zor. Çünkü ne olursa olsun, biz tuttuğumuz takımı bir şekilde, bir yerlerden izleyeceğiz ve destekleyeceğiz..böyle yaparak da bu değirmene su taşımaya devam edeceğiz..işte bu kitap, bende bu duyguyu tetikledi..bakalım siz de nasıl bir duygu yaratacak?

Futbol Dünyayı Nasıl Açıklar - Franklin Foer
İthaki Yayınları
Çevirmen : Harun ismail Çırak

10 Kasım 2012 Cumartesi

Ajax Barcelona Cruyff





Johann Cruyff şüphesiz ki dünya futbol tarhinin en önemli figürlerinden birisi. Ancak bu kitabı okuduktan sonra neden hep dünyanın en iyi futbolcusu olarak Pele ya da Maradona’nın adı geçer diye düşünmedim değil doğrusu. Dünya kupası sen nelere kadirsin! 

Kitap,Frits Barend ve Henk van Dorp'un yıllar boyu Cruyff'la yaptıkları röportajların derlenmesiyle ortaya çıkmış.

Daha 20 li yaşlarında oynamaktan öte futbolun teknik ve taktik yönlerine merak salmış  adamın efsane olmaması mümkün mü? Yer ter taktik dehasını gözler önüne sererken, yer yer de inatçı kişiliğine şahit oluyorsunuz. Taktikle ilgili konuşmaları okuyunca bugün Barcelona’nın nasıl olup da böyle oynadığını anlıyorsunuz.

Beni en çok etkileyen, Hollanda’nın 1986 Meksika Dünya Kupası’na katılamaması sonucu Milli Takım Teknik sorumluları Leo Beenhakker ve Rinus Michels’in önemli lig takım T.D leriyle yaptığı toplantıya dair değerlendirme oldu. Aynen aktarıyorum;

“..Hayır, futbolcular kafaca hazır değillerdi, oyuncular bir süredir doğru eğitimi almıyorlar. Bunu yıllardır duyuyorum.Ama sonra soruyorum, son birkaç yıldır gençlerin eğitiminden kim sorumlu? Feyenord’un genç takım hocası, örneğin Mario Been’in hocası kimdi? Ve sonra Ajax’ın, Frank Rijkaard’ın? Kesinlikle: geleceğin milli takım hocası ( Leo Beenhakker).”
Sonra aklıma 2005 yılı U17 Avrupa Şampiyonu, Dünya 3.sü Milli Takım hocası kimdi diye sormak geliyor? Peki bugün eğitimsizlikten yakınan A Milli Takım hocası kim?
Bir yanda 1986 da bu tartışmaların yapıldığı Hollanda, bir yanda 2012 yılında bu tartışmaları yapan Türkiye. Son yılların en kötü Hollanda’sına yenilmemiz sizce de normal değilmiymiş.

Unutmadan eklemek lazım, kitap Ege Güngör'ün çevirisiyle İthaki yayınlarından çıkmış ve dönemin İthaki yayınları editörü Barış Tut'un Aykut Kocaman'la benzer bir çalışma yaptığı "Kocaman Bir Adam" kitabına da esin kaynağı olmuş. 

3 Kasım 2012 Cumartesi

Futbol ve Rozetler


Öncelikle şunu söylemek istiyorum: Hepsi Benim!

Bloga yazmayalı epey zaman olmuştu.Her ne kadar STSL artık beni açmasa ve maç izlemekten imtina etsem de futbol sevdamdan vazgeçmiş değilim. Keşfedecek o kadar çok şey var ki yıllarca maç izlemesem bir şey kaybetmem.. Geçen sene Beyoğlu Sahaf festivalinde tanıştığım Buyukmezat.com sitesi bir Spor Mezatı düzenlemişti. ( ilgili yazı için; Spor Mezatı ) O zaman Zonguldakspor'un Mineli rozetini kestirmiştim gözüme. Artık bu “mine” ne kadar kıymetli bir şeyse fiyat hayli yüksekti. Bu sefer ki mezatta da Beşiktaş ve Galatasaray’ın mineli rozetleri mevcuttu ki yine bütçemin hayli üzerindeydi.

Zamanında mail grubuna üye olmuş olmanın avantajıyla bu seneki mezattan haberim oldu. Ürünlere baktım. Her ne kadar gözüme kestirdiğim ürünler olsa da gidip gitmemekte oldukça kararsızdım. Lakin işim erken bitince 1 saat gecikmeli olsa da, gözüme kestirmediklerim satılmadan, katılma şansım oldu. Listeyi elime aldığımda istediğim numaranın gelmesini sabırsızlıkla bekledim. O an geldiğince büyük heyecanla elimi kaldırdım, kimse katılmayınca açılış fiyatı üzerinden ilk rozetimi almıştım! GS, Liverpool, Bordeaux ve PSV! Sadece bir rozet olmaktan öte Anfield teki ilk ve tek ziyaretimin anısını da taşıyordu. Hemen ardından gelen Sturm Graz, Rangers,Monaco ve GS ise o 2-2 lik maçı ve Tugay’ın Gs ye karşı oynadığı, Jardel’in ve Hakan Ünsal’ın attığı birbirinden güzel golleri anımsattı.

Kısa bir aradan sonra, 4-5 obje sonra bu sefer Beşiktaş, Liverpool, Marsilya ve Porto rozeti gelince, madem başladık, ŞL rozetini kaçırmayalım dedim. Kimsenin arttırmaya girmemesiyle her şey yolunda gidiyordu. Yine bir ara vermiştim ki, Zidane’ın Materazzi’ye attığı kafanın maçı 2006 Dünya Kupası rozeti karşımdaydı. Yine elimi kaldırdım. Bu sefer rekabet vardı, ama yılmadım, 2. Arttırma karşısında direnç görmeyince o da benim olmuştu! Muzaffer komutan edasıyla hemen ardından gelen 1966 İngiltere- Almanya rozeti İngiliz dostlarıma verilebilecek güzel bir hediyeydi. Rekabet bu sefer daha sertti ama yılmadım. Benim olacaktı kafama koymuştum ve öyle de oldu.

Tam nefeslenmiştim ki, 4 obje sonra, karşımda Türkiye – SSCB dostluk maçı rozeti duruyordu. Orak Çekiç beni büyülemişti bile. En sert rekabeti gördüm. “Benim olacak fıstık” ruh haliyle, gözü dönmüş biçimde arttırdım. Açılışın 2 katı fiyata dayanmıştı ki, “arkadaş yeni, eli alışsın” diyen bir amcanın centilmenliğiyle o da benim olmuştu. Ondan sonraki ürünleri gözüm çok görmedi. Abidin Dino’nun 1966 Dünya Kupası belgesel çekimiyle ilgili kitaba niyetlensem de bütçemi oldukça aşmıştım. Artık mezatın bir an önce bitmesini ve rozetlerime kavuşmayı bekliyordum.. Artık onların hepsi benim..

17 Ekim 2012 Çarşamba

Eğitim Şart!


Macaristan’a 3-1 yenildiğimiz maçın ardından açıklama yapan Abdullah Avcı, istifa edip etmeyeceğine  ilişkin bir soruyu ;“Türk futbolunun sorunu teknik direktör değiştirme sorunu değildir, eğitim sorunudur” diyerek cevapladı.

Sanırım şu hayattaki en kötü şey –en azından benim için – zekanın küçümsenmesi. Abdullah Avcı’nın açıklamalarını düşününce aklıma bir kaç soru geliyor?
  1. TFF eğitim direktörü Tolunay Kafkas mı yoksa Abdullah Avcı mı?
  2. Madem eğitim sorunu var, neden hedef gruptan 1. çıkmak olarak kondu?
  3. A milli takımda Avrupa’da oynayan/oynamış hatta oralarda yetişmiş ( eğitim eksiği olmayan ) oyuncular doğru kullanılıyor mu?
  4. Hedefi yanlış belirleyen, eğitimli(!) futbolculardan verim alamayan bir teknik direktörün oluşturacağı “eğitim sistemi” ne kadar başarılı olur?

Aslında Abdullah Avcı milli takımın başına geldiğinde sevinenlerdendim. Gençlerle çalışmış ve başarılı olmuş, İBB ile kendisinden söz ettirmiş bir teknik direktördü. Baktığımızda İBB nin en büyük özelliği “haddini bilerek” oynamasıydı. Nedense milli takımda daha farklı bir felsefe belirlerdi. 

Sanırım futbolda en çok tartışılan konulardan biri de  taktiği eldeki oyuncu grubu mu belirler yoksa teknik direktör kendi sistemini mi kurar? Söz konusu milli takım olunca, oyuncu grubuna uygun taktiğin ön plana çıkmasından yanayım.Çünkü milli takıma transfer yapmak çok da mümkün değil. ( başka milliyetten birini vatandaş yapmak gibi alternatifler mevcut tabi) Dolayısıyla “milli takım oyun tarzından” bahsetmek çok da mantıklı gelmiyor bana. Sonra bir de çıkıp “eğitim sorunu”ndan bahsetmek hiç samimi gelmiyor.  Eğitimlerinden yakındığın oyunculara bir oyun tarzı dayatmak ne kadar mantıklı?

Abdullah Avcı , sonuçlar ne olursa olsun futbol kamuoyunu -eğitimli/eğitimsiz farketmez- eldeki ile yapılabilecek en iyisini yaptığına ikna edemediği için başarısızdır ve Türk futbolunun geleceğini bu kişiye emanet etmek sorgulanmalıdır. Üstelik Selçuk İnan gibi bir oyuncuya taktiksel bir yer bulamamak, "rakibi iyi analiz ettik" dediği Hollanda maçında Robben'in karşısına Hamit'i koymak ve maç boyunca bundan vazgeçmemek gibi enteresan hamleleri varken.

Sonuç itibariyle şu çok açık ki Abdullah Avcı bir hayalkırıklığı yarattı. Ancak yine açık ki, şu an için o koltuğa ondan daha iyi bir aday da görünmüyor. Bir yandan da Avcı’nın da dediği gibi bu “yönetimsel” ve “altyapısal” sorunlar oldukça, kimin geldiği de önemli değil. Asıl sorgulanması gereken, bu sorunları bilerek ve çözme niyetiyle gelip de hedefi yanlış koyup, doğru hamleleri yapamamanın  futbolumuzun geleceği hakkında yarattığı karamsarlık. 

8 Haziran 2012 Cuma

Başlıyor...

Başlıyor da bana mı başlıyor? tepkilerini verenler çıkacaktır mutlaka. Görüşüme göre, belki de tarihimizin bireysel anlamda en azından en iyi orta saha oyuncularına sahip olan milli takımımızın burada boy gösteremeyecek olması can sıkıcı gelebilir elbet. Şöyle bir düşünelim, Hamit-Nuri-Mehmet Topal-Arda, bakıldığında La Liga da Barcelona hariç en iyi takımlarda boy gösteriyorlar. Ben bazen Fildişi Sahillerine benzetiyorum Türk milli takımını, bireysel anlamda başarılı olup, milli takım olamama olgusu...

Her neyse, tabi ki her futbolsever gibi, Türkiye olsun ya da olmasın, sabırsızlıkla bekledik bu anı. Polonya-Yunanistan gibi enteresan bir maçla başlayacak olması da ayrı bir can sıkıntısı yaratabilir. Ancak, futbol bu, beklenenin aksine de çıkabilir her şey. Ama en büyük merak konusu yarınki maçlar, Almanya,Portekiz ve Hollanda üçlüsünden biri elenecek bu grupta. Danimarka yı da hor görmemek lazım tabi, işleri çok zor olacak ama bu aşikar. Favori yine İspanya sanıyorum ancak ben bu kez Almanyanın bu kupayı kazanabileceğini düşünüyorum. En merakla beklediğim bireysel performans ise, geçtiğimiz sezonda İngilterede olağanüstü işler yapmış olan Robin Van Persie olacak. O formu devam ederse, Arsenal li Song un da yerini alabilecek Schneider de varken, Hollanda neler yapamaz ki diye de düşünüyorum. Walcott ile Robben i kıyaslamıyorum bile.

Değişik bir sezon oldu bizim için, olmaya da devam ediyor aslında, ama bu yaklaşık 1 aylık turnuva her şeyin rengini değiştirecektir bir anda, futbol tutkunları için...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Şampiyonların hafta sonu..


Uzun zaman oldu birşeyler karalamayalı.. Türk futbolundaki gelişmeler, başka bir deyişle gerilemeler de çok etkiliydi tabi buraya birşey yazamamakta.. Ama geçtiğimiz hafta sonu artık "Yaz!" dedi bana..

Türk futbol tarihinin belki de en önemli derbisi oynandı Cumartesi akşamı, şampiyonu ilan edecek karşılaşma.. Maçla ilgili söylenecek fazla kelime yok zaten, maçın stresini omuzlarında sürekli taşıyan iki takım ve pozisyona girmeden, pozisyon vermeden kazanılan bir şampiyonluk.. Zaten şampiyon olması gereken taraftı bence Galatasaray ve sürpriz olmadı benim adıma.. Tebrik ediyorum.. Kupa verme rezaletine değinmeyeyim diyorum ama, "Can güvenliğinizi sağlayamam" açıklaması da bir validen geliyorsa, buna "Rezalet" demekle yetinmek lazım...

Gelelim benim açımdan daha büyük güne.. Rize de beraberlik kovalayan Akhisar Belediye, geçen sezon Bank Asya ya yükselen, bir sezon orada tutunmayı öğrenen ve hızla yükselen bir takım.. 1 puan yetecekti Süper Lig e uzanmaya. Maçın son dakikalarında gelen gol ve Elazığsporun mağlubiyeti bir de şampiyonluk ekledi Akhisarspor a.. Tebrik etmekle kalmıyorum, emeği geçenlere sonsuz teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum.. Hayal bile değildi bizim küçüklüğümüzde bu, ama bunu şu an yaşıyor olmak inanın çok gurur verici.. Şunu da ekleyeyim, damarlarımda siyah-beyaz kan aktığı sürece, Akhisarspor adına da desteğimi sonuna kadar vereceğim. İki takım birden tutulur mu? Orası biraz karışık ama gönül bağı denen de bir gerçek var ortada.. Kalıcı olmalarını diliyorum tüm kalbimle, olamasalar bile, bu başarı küçümsenemez!!

Akhisar şampiyonluğunun ardından Manchester City acaba 5 lemiş mi diye maça bir bakayım dedim. Dakika 87, ve QPR 2-1 önde, şok oldum.. Ama asıl şok yeni başlıyordu, önce Dzeko ardından Agüero şampiyonluk gollerini atıyor; tribündeki gözyaşları daha da şiddetleniyor ve mutluluğa akıyorlardı.. 44 yıl sonra Manchester maviye boyanmıştı bir anda.. Bunu da gördüm ya, bu hafta sonu benim adıma çok eğlenceliydi..

Tekrar tebrikler herkese.. Ayakta alkışlarım Akhisara!!



15 Mart 2012 Perşembe

Futbol Yorumculuğu

Bilenler bilir, Bugün Tv de Canlı Gool programında bir taraftar programında yer alıyorum. Ondan olsa gerek aşağıdaki mail oldukça ilgimi çekti ve paylaşmak istedim. Maili yazan Ali Fikri Işık Bey oldukça doğru bir yaklaşımda bulunmuş. Oyuna değil de oyuncuya odaklanmak ne kadar doğru? Yorum sizin...

Aşağıdaki yazı Kuyerel oluşumunun mail grubundan alıntıdır;

Futbol yorumculuğu!
Futbol yorumcuları maç veya oyun analizinden bahsettiklerinde, çoğunlukla oyuncunun oyun içindeki rastlantısal tutumunun o ‘’mubah’’ anlamlarını kastederler. Eleştiri adı ‘’oyun’’ olan nesneyle uyumlu olmak zorunda değil; daha çok ve genellikle, yorum erbabının oyuncunun ayaklarlarıyla kalem ve kelam ettiği/ oynattığı bir serbest atış gölgesidir. Bu zihniyet oyuncudan ‘’oyuna’’ geçmeyi bir türlü beceremez! Zor iş.
Gördüklerini nakletmek dururken, kim gördüklerinin üstüne düşünecek ki? Düşünce hala peş para etmiyor bu memlekette.
Söz gelimi bu cemaate göre, futbol oyununun ‘’yerleşik’’ göstergeleri filan yoktur. Oyun belli bir anlam taşımadığı için, yirmi iki oyuncunun belirsizlikler taşıyan bütün hareketleri gibi, oyun da çoğul ve dağınıktır; yorum, aralarında kendi yolunu belirleyebileceği bitmez tükenmez bir işaretler dokusu ve izlekleri, dikiş yeri görünmeyen bir kod ve gizemler örgüsüdür.
Başlangıçlar ve sonlar olmadığı içindir ki, tersine çevrilemeyecek hiçbir sıralama, size hangisinin daha önemli ya da önemsiz olduğunu söyleyebilecek ‘’akli düzeyler’’ hiyerarşisi de yoktur.
Eğer bu doğruysa bütün maçlar/ oyunlar bir başka maç ve oyunlardan örülmüştür. Her bir oyun yekdiğerinin kötü bir ‘’taklididir’’ ve her pas, her şut, her araya koşu veya her hava topu, bir önceki maçın yeniden işlenmesinden başka bir şey değildir. Fark sadece oyuncunun hünerli ayaklarındadır!
Dilime dolamaktan vazgeçtiğimi söylemiştim ama galiba bu sözümü artık tutamayacağım, Ntvspor da yayınlanan ‘’yüzde yüz futbol’’ adı programda Dilmen, yine tüylerimi diken diken eden laflar etmeye devam ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, hangi yazıyı okur ya da hangi programı izlerseniz izleyin, benzer mantık, yine benzer laflarla karşımıza çıkıyor.
Dilmen, bu zihniyetin ‘’ikonu’’ olduğu için adını anmak durumunda kalıyorum. BJK Orduspor maçını ‘’refikiyle’’ birlikte değerlendirirken, Holosko’ nun Mustafa Pektemekten daha iyi olduğunu söylüyordu. Olabilir, Hakikaten de Holosko daha iyi olabilir? Ama nasıl? Holoskoya özel bir ayrıcalığın atfedilebilmesi için elde kim somut verilerin bulunması lazım gelmez mi?
Her durumdan ve rakipten bağımsız olarak Holosko’nun Pektemek’ten topla daha iyi buluşması gerekmez mi; hatta her ‘’durum’’ ve her ‘’rakibe’’ rağmen her seferinde bu performansı sergilemesi gibi bir ‘’standart’ ‘’a ulaşması lazım. Yine her durumda daha iyi sıçraması, daha iyi kafaya çıkması, daha iyi ara koşular yapması, daha iyi sprint, daha iyi şut, daha iyi defansif görev ve daha ‘’aktif’’ hücumcu niteliklerle donanmış olması şart değil mi?
Bunlar yetmez, her durumda topu daha iyi kontrol etmesi, her pozisyonda en iyi ‘’seçeneğe’’ karar vermesi ve her pozisyon düzeyinin en işlevsel, en hayati ‘’bağlantısı’’ olmaya devam etmesi gerekmez mi?
Eğer oyunu, futbolcunun oynadığı şeye indirgerseniz ortaya sonu gelmez bu abukluklar çıkar. Oyun belirgin bir anlama sahip olmadığı için, Dilmen, Holosko ve Pekmetek mukayesesini oyunun anlamı içinde ve bu oyun için taşıdıkları değerlere bağlı kalmaksızın, keyfi bir rastlantılar dizisi içinde kıyaslıyor ve ‘’keyfi’’ sonuçlara ulaşıyor.
Oysa eleştirinin, oyuncunun yetenek şifrelerini çözmek gibi bir görevi yoktur; oyunun her düzeydeki ‘’şifrelerin’’i çözmek gibi görevi vardır. Asıl olan bir oyuncunun ayak hünerleri değil, bir diğer oyuncuyla ‘’tanımlanmış’’ ilişkileridir. Bir merkeze indirgenmiş bu işbirliğine kimin daha çok uyum gösterip göstermediğidir. Merkezi tanımlamadan dişlinin işlevine/ işlevsizliğine nasıl karar verebilirsiniz ki?
Türkiye futbolu için eleştirinin radikal bir fark yarabilmesi, odağını değiştirmesine bağlıdır; Oyuncuya odaklanan gözlem ve düşünce, oyuna dönmek zorunda. Oyuncunun kum gibi kaynayan, rastlantısal ‘’hünerine’’ odaklanan gözler, geçici bir süreliğine, oyunun merkezi aklına odaklanmalı.
Hep birlikte oyuncunun ‘’ölümüne’’ karar vermeliyiz. Oyuncuyu var eden oyundur. Oyuncuyu öldürmeden oyunu var edemezseniz.

Ali Fikri Işık

27 Ocak 2012 Cuma

Şikeden boşalacak zehirli kan..

Nerede ve ne zaman okuduğumu hatırlamıyorum ama bir pazarlama bloguydundaydı sanırım.Aklımda kaldığı kadarıyla yazayım.Hikaye şöyle ;

Bir şirket köpek maması çıkarmaya karar verir. Yönetim kurulu toplanır. Logoya,renklere, isme, kutunun şekline, fiyatına, nerelerde satılacağına karar verir. Reklam kampanyasının ardından ürün rafa çıkar ve ilk hafta yok satar. Ancak takip eden haftada yaprak kıpırdamaz.Yönetim kurulu tekrar toplanır. Reklamın yoğunluğunu arttırırlar ama fayda etmez 1 alana 1 bedave derler ama değişen bir şey olmaz. Yönetim şoktadır. Hararetli bir şekilde ne yapacaklarını tartışırlarken stajyer dayanamaz ve bağırır; müdür bey, mamanın tadı kötü..

Köpek maması yerine Futbol desek, Genel Kurulu da örneğimizdeki toplantılara benzerebiliriz herhalde..sonuç itibariyle bu ligin tadı bozuk beyler..

Hadi futboldan anlamıyorsunuz, hepiniz iş adamısınız pazarlama nedir onu da mı bilmiyorsunuz..bu şartlarda hangi marka değerinden bahsediyorsunuz..şike iddiaları altında, şike yapıldığı iddia edenleri düşürmeme girişiminizle neyi korumaya çalıştığınızı anlamak güç.

Bu girişimin geri tepmesi içimi rahatlatmadı çünkü o genel kurulda mantaliteyi de görmüş olduk.

Fenerbahçesiz bir lig mümkün mü?

İddialar Fenerbahçe üzerinde yoğunlaştı. Daha doğrusu ilgili iddianamede adı geçen en önemli kulüp Fenerbahçe. Önemi ise ‘futbolun ekonomisi’. . Bu durum, Mortgage kirizi misali, değerinin kat be kat üstende alıcı bulunan Süpper Ligimiz için bir büyük bir tehdit oluşturdu doğal olarak.

İlgisi olanlar zaten kulüplerin ne zaman batacağını merak ediyordu. Şimdi takke düştü kel göründü. Kendi başarısızlıklarını Fenerbahçesiz bir lige yıkıyorlar. En çok hasılatı Fenerbahçe, Galatasaray,Beşiktaş maçlarında kazandıklarından, havuzun lokomotifi bu takımlar olduklarından onlardan vazgeçemiyorlar.

Ola ki ligden düşerse, Fenerbahçe taraftarı maddi zararın en azda kalmasına yardımcı olacaktır. Ama Fenerbahçe maçı hasılatından yoksun kalacak takımlar, havuzda değerini bulunca dımdızlak kalacaklar. Şike bulaşmış bir ligin alıcısının kim olacağını ise soran yok! Balık hafızalı bir milletiz ne de olsa.

Her ne olursa olsun ben bu işten çok sıkıldım, futboldan soğudum. Bir yandan süperi böyleyse amatörü nasıldır diyorum ama yine de oradaki o ruh beni çekiyor. Alt ligleri izlemek, kendini bir üst lige atmaya çalışanların çabası, artık ununu elemiş eleğini asmış “abi”lerin futbol keyfi..şu günlerde kendime sormadan da edemiyorum, o en şaşaalı zamanında, yaşadığım kentin takımı Kocaelispor u neden tutmadım diye..gerçi artık o da kalmadı ya..Nasıl bir çözüm bulurum bilmiyorum ama bu ligin alıcısı olmayacağım kesin.. taa ki adaletine inanana ve taraftarın direk katkısı artana kadar...taraftarın kendi yöneteceği takım kurulana kadar..

Son olarak, Hrant Dink’e de selam ederek ; şikeden boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan, futbolun taraftar ile kuracağı asil damarında mevcuttur...

12 Ocak 2012 Perşembe

Takımın için Pedal Çevir



Uzun zamandır yazmıyordum. Ta ki bu heyecanlandırıcı haberi alana kadar.

Bizimkiler taraftarı stada almayadursun, o özendiğimiz ve benzemeye çalıştığımız İngiltere'de bakın neler oluyor.

Daha önce bu blogda bahsettiğim, logomuzda da adını barındıran ve benim için Galatasaray kadar hatta belki daha önce gelen Stockport County taraftarları düzenledikleri kampanya ile takımları için para toplamaya giriştiler.Şöyle ki;
17 Mayıs 2012 de Blue Square Premier League de oynanacak Southport - Stockport karşılaşmasına Stockport taraftarları bisikletle gidecekler. Ne alakası var demeyin, tam 46.7 mil yani 75 km lik bir yoldan bahsediyoruz. Etkinlik Stocport County taraftarları ve St Annice Hospice (ağır hasta ve yakınlarına yardım eden bir kuruluş)ortaklığıyla düzenleniyor. Katılım 15 pound ve kazanılan para St Annice ve Stockport County arasında eşit olarak paylaşılacak. Bu etkinliğe rakip takım Southport da kayıtsız kalmamış ve bu yolla gelenlerin maça ücretsiz gireceğini açıklamış. Dönüş yolunda bisikletlerin nakliyesi için de sponsor bulunmuş.

Bizim kulüpler decoder,forma,kombine den başka proje üretemezken, en "yaratıcı" projenin HES lerden para kazanmak olduğu bir ortamda, taraftarıyla bütünleşip, dayanışma,üretim ve eğlenme faktörlerinden oluşan bu tip projelerin benzerlerini bizler de görürüz umarım.

Kaçınılmaz gerçek şudur ki, Türkiye'de futbolun kurtuluşu, takımlarını satın alan geniş tabanlı taraftar derneklerinin kurulmasına bağlıdır.

17 Kasım 2011 Perşembe

Bir Konuda Anlaşmaya Vardık...

Bilindiği üzere karşılıklı hakaretlerin, itiş kakışların eksik olmadığı meclisimizdeki partiler büyük bir birliktelik örneği göstererek Şiddet Yasası'sındaki cezaların azaltılması için yasa teklifini sunmuş. Bu gibi durumlar bana hep Vizontele Tuuba filmindeki bir sahneyi hatırlatır. İki sol fraksiyon hiç bir konuda anlaşamaz, birbirlerine siz sosyal faşistsiniz,(bkz: markist ülkücü, behzat ç seni kalbime gömdüm)gibi suçlamalarda bulunurlar. Ama daha sonra bir konuda anlaşacaklardır. O da kütüphanede sigara içme yasağının kaldırılmasıdır. Daha fazla söze gerek yok sanırım..

14 Kasım 2011 Pazartesi

Milli Formanın Değeri

"........ Büyük heyecanına babası da şaşırmıştı. Hüsnü kaptan gider gitmez sormuştu: 'Ne oluyorsun oğlum? Betin benzin kül gibi.' Babasının işin büyüklüğünü kavraması için aklına iyi bir izah tarzı geldi. O tarihlerde Türkiye'nin nüfusu yaklaşık 15 milyon kadardı. 'Babacığım, koskoca 15 milyon kişiden 11 kişi seçip Milli Takım'ı kuracaklar. İşte bunun içinde ben de varım.' Babası birden ciddileşmiş: 'Bu bayağı mühim bir işe benziyor.' "

"......... Ertesi gün yanağımı okşayan bir elin temasları ile uyandım. Babam ayakta durmuş gülümsüyordu. Uyandığımı da görünce eğilip alnımdan öptü. Maçın neticesini ve spikerin söylediklerini büyük bir gurur içinde Atatürk'e anlattıktan sonra olanları nakletti. Büyük Ata çok sevinmiş: 'Aferin Gündüz'e, benim tarafımdan onu alnından öp!' diye emretmiş. O gün onun emriyle babamın alnıma kondurduğu bu buse futbol hayatımda kazandığım en büyük nişan oldu..."

Tarih 12 Temmuz 1936, yer Taksim Stadyumu, rakip Yugoslavya. Galatasaray'ın sembol ismi Gündüz Kılıç ilk kez milli formayı giyiyor. Maç öncesi ve sonrasında yaşadıkları Mehmet Emin Kurt'un "Baba Gündüz" kitabında bu denli çarpıcı bir şekilde anlatılıyor.

Milli formanın değerinin bazı kişi ve kurumlarca hatırlanması gerektiğine, ulusal yayınlarda "ruhsuz, karaktersiz" yorumlar yapan ve milli forma giymenin değerini bilmeyenleri fütursuzca koruyanların artık susması gerektiğine artık daha fazla inanıyoruz...

El birliği ile öldürdünüz futbolu.

17 Ekim 2011 Pazartesi

Aut


Bu blogu yazmaya beni iten şeylerden birisi de şüphesiz ki futbol denen keyfimizin, yönetenlerin elinde oyuncağa dönmesine dayanamamak geliyordu. Olaylara bir de bu işten bir çıkarı olmayan taraftar gözünden bakmaya çalışıyor, aklımız kestiğince bir şeyler yazıp içimizi döküyorduk.

Yaklaşık 1 ay öncesine kadar taraftarı futbolun kutsal ögelerinden biri saymaktaydım ta ki Tiyatro 2.0’ın Aut isimli oyununu izleyene kadar. Aslında bildiğimiz ama unutmaya çalıştığımı taraftar profilini çok güzel işlemiş oyun. Jargonuyla olsun, kast sistemiyle olsun, zamanının bir kısmını tribüne harcamış herkesin bildiği hikayeyi çok güzel anlatmış. Abiler, reisler, silahlar,bıçaklar, kevgalar,küfürler..O ufacık alanda harikalar yaratmışlar. Silah sesleri, kan,ses efektleri muhteşemdi.
Tribünde reis diye gezenlerin aslında ne tip adamlar olduğu, futbolu severek girdikleri bu yolda futbolun rantını yiyenlerce ne şekilde kullanılıp kuklalaştıkları ve rant peşine düştüklerinin hikayesini Alper Kul & Özgür Özgülgün çok güzel anlatmış.

Oyuna adını veren replik ise Ofsyat Osmanı andırıyor. "Biz hiç mi gol olmucaz be abi,hep mi aut!"

9 Ekim 2011 Pazar

Benim Ali Sami Yen'im...


3 Ekim 2011 Pazartesi

Nobre Le Tissier




Nobre'den çok çekmiş Galatasaray'lı olarak dün akşam gördüğüm golden sonra bir futbolsever olarak mutlu olmadığım değil. Bana Southamptan'ın efsanelerinden Matthew Le Tissier'i hatırlattı. Bir top havadan geliyorsa ve Le Tissier oralardayda pozisyon büyük olasılıkla gol olur. Aşağıdaki videoyu izlerseniz ne demek istediğimiz daha iyi anlarsınız.

27 Eylül 2011 Salı

Galatasaray:2-0:Eskisehirspor | Kifayetsiz Kelimeler...


Muazzam!.. Enfes!.. Nefis!.. Sadece birkaçı kifayetsiz kalan kelimelerden, dün gece adına. Öylesine harika bir gece geçirdim ki Galatasaray sayesinde, yazısını yazabilmek şimdiye kaldı.

Önceki yazılardan birinde de belirtmiştim, her ne olursa olsun takımımın yazısını yazarken içten içe onu kayırmaya çalıştığımı. Ancak bu yazı öylesine zor ki!.. Tanımlamaya yetecek kadar sıfat malesef ki haznemde bulunmuyor.

İşte tam bu noktada sadece gözüme fazlaca batanları belirtip, pazar gününün ipini çekmeye koyulacağım. Öncelikle kötüden başlamak gelenektendir ve muazzam geceyi daha az karalar. Bu isimse birkaç haftadır aşikar olduğumuz Sabri Sarıoğlu. Kaptanlık pazu bandının ilk varisi oluşundan bugüne performansında ki düşüş inanılır gibi değil. Evet hırsı ve mücadeleciliği halen aynı gazla devam ediyor, ama sorun da tam burada zaten. En azından TV ekranı karşısında görünen kaptan sanki gazla çalışıyor. Amaç yerme değil, aksi...

"Maçın başlama düdüğünden, bitiş düdüğüne değin" denen klişe vardır ya! İşte bu klişede belirtilen zaman dilimi boyunca konsantrasyonu (tepede değil) %100'de tutabilen, muazzam bir maç oynayan muhteşem adam: Ujfalusi... "Messi'nin bile ayağını eline verdi" (etik olmasa da) onu anlatanların sıklıkla kullandığı bir tanımlama iken Mehmet Yıldız gibi lige yakışmayan bir hucüm oyuncusunu sahadan silişi, inanılmaz. Ama tüm bunların yanında, Balta'nın arkaya sektirdiği onlarca top olduğu gerçeğini kabullenerek, o bölgeye verdiği olağanüstü destek, şapka(lar) çıkarmaya değer...

Geçen sene dile doladığımız yegane unsur BAM'dı. Bu üçlüden geriye kalan Ayhan'ın takımdan kesilişi için Fatih Terim'e ayrıca bir yazı ile methiyeler düzmek gerekirken, Melo'yu yeniden yaratması ise alkışlamaktan elleri patlatacak bir diğer neden. Orta sahada Selçuk'la (ki aktif en iyi Türk orta saha oyuncusudur gözümde) oluşturduğu ikili takıma iki yönlü yarar sağlarken, aynı zamanda da hem taraftarlar hemde oyunculara verdiği ekstra enerji ve ateşle, kriz anlarında da takım üzerinde fazlasıyla etkili oluyor.

En azından son 2 sezondur Balta'nın oynadığı en iyi oyunun dün gece ki Eskişehir maçı olması aslında hiç tesadüf değil. Benzer bir sıkıntının şu anda Sabri'nin yaşadığı sorun, Balta'nın kısıtlı oyununun önünde ki kanat oyuncusunun yardıma gelmemesi ile daha da göze batıyordu. Bu apaçık sorunu da cımbızla çeken Terim, Riera'dan aldığı maksimum verim bir kenara Balta'nın da performansını bir seviye yukarıya çekmeyi başardı.

İBB maçıyla başlayan maratonda değindiğimiz "bu takımın potansiyeli"nin olduğu, haftalar ilerledikçe biraz daha haklı bir serzenişe dönüşüyor. Geleceğin bizim olduğu günler yakında. Yeter ki sabırla bu takıma desteğe devam edelim...

23 Eylül 2011 Cuma

Spor Mezatı


Geçtiğimiz günlerde 5. Beyoğlu Sahaf Festivali eski tüyap fuar merkezinin otoparkında gerçekleşti. E yolumuzun üzeri uğramadan olmaz dedik. Aklıma olan yine Futbol Kitapları almaktı. Amacıma da erdim sayılırı zira toplamda 11 tane kitap aldım. İletişim yayınlarının futbol serisini tamamlamaya az kaldı. Ama asıl enteresan olan, standları gezerken gözüme takılan o büyük afişti. Büyük Spor Mezatı başlıklı afişte yukarıdaki görsel vardı. Standdaki arkadaşlarla konuşunca öğrendim ki 24 Eylül de yani yarın, spor tarihmize ait bir takım parçaların olduğu bir müzayede gerçekleşecekmiş. Tabi ay sonuna gelmesi pek hoş olmadı ama yine de bir gidip görmekte fayda var.

Satışa çıkarılacak parçaları önceden görmek isteyenler Büyük Pazar Mezatı adresini ziyaret edebilirler. Özellikle maç günü kitapçıklarının sayısı ilgimi çekti. Biz bunları yurtdışında görmeye alışıktık ama meğerse bizim spor kültürümüzün de bir parçası olarak yer almışlar. Özellikle fotoğraftaki kitapçık ezela rekabet ebedi dostluğun bir kanıtı gibi..

En çok istediğim parça ise sanırım Zonguldakspor a ait rozet. 200 TL den açılması ise büyük talihsizlik..

Bu hafta sonu sporlar ilgili tek etkinlik ise bu değil. Beyoğlu Belediyesi bir Spor Filmleri Festivali düzenlemiş. Tabi festival dzüenleyip de iletişimini yapamamak bize özgü bir organizasyon yapış biçiçmi olsa da hasbel kader Ntvspor yayınınında gördüm.
Festival programına Uluslararası Spor Filmleri Festivali den ulaşabilirsiniz. Festival aceleye gelmiş olacak ki özünde bir film festivali olmasına karşın hangi filmlerin yayınlanacağı yazılmamış. Ama yine de bugün 19.30 da Beyoğlu Gençlik Merkezine uğrayıp gözatmakta fayda var sanırım.

Her gün maç izlemekten bunalan ama yine de futboldan kopamayanlar için güzel bir haftasonu olacak...

22 Eylül 2011 Perşembe

Karabükspor:1-1:Galatasaray | Geçmişi Anımsa


"Olympiakos'u içerde, Benfica'yı dışarda, Hertha'yı dışarda..." 2008-2009 sezonu Avrupa'da fırtına estiren o takım, Skibbe'nin eserleri... Bıraktığı mirasla Bordeaux'yu Bülent Kaptan komutasında geçişimize kadar ki döneme kadar oynadığımız oyun...

Bugün maçı izledikten sonra zihinlerde efsaneden nameler "How i wish, how i wish you were here" minvalinde tıngırdatırken sazını, vardığımız kanaat dönüp dolaşıp aynı yere dönüp geliyordu, tilki misali. Şimdi birde Hamburg meselesi geldi aklıma. Of! Bugün yeneydik iyiydi...

Beklenen 4-4-2 dizilişiyle başladığımız maçın hemen başında Muslera'nın atılmasıyla tabir-i caizse Karadeniz'de gemilerimiz battı. Hazırlık maçları dahil bir çok maçta Fatih Terim'in maç içerisinde yaptığı taktiksel değişikliklerin çoğu beklenen olumlu katkıyı yapamadığı gibi, aksi geri tepmeler fazlasıyla olmuştu. Bunun en bariz örneği ise sezonun açılış maçında Sabri'nin kanattan, içe konsantre olamayışı ile soldan yediğimiz hücumlardı ki Sabri özelinde felaket bir sezon başlangıcı yaptığını da söylemeden edemem. Birde takımın birinci kaptanının bu halde oluşu, "Arda, bu yaşta kaptanlığı kaldıramadı" diyenlere neler hissettiriyor merak içindeyim. Ama onlar hala "Sarbi" geyikleri etrafında dönedursunlar.

Turkish Barca yazısında takımın en umut verici varyasyonları 3. bölgede Baros-Melo ikilisinin önderliğinde yapılan verkaçlarla, kolay adam eksiltip, kısa yoldan ceza sahasında kendimizi bulmamızdı. Geliştirilmesi gereken kısmın bu verkaçlar sonrası golü getirecek öldürücü darbeyi vurmayı öğrenebilmek iken, aradan bir hafta geçtikten sonra geliştirilecek bölüm bir yana, becerebildiklerimizi bile sahaya yansıtamamak daha  acı verici olabilirdi.

Tabi birde 75 dakika 10 kişi oynayıp, 1-0'dan beraberliği yakalayabilen bir takım görüntüsü verebilmiş olmak da önemli, ancak bu optimist düşünce pek de takımı ileriye taşıyabilecek nitelikte görünmüyor. Yarınların Avrupai takımını yaratmak amacı ve olgusu söz konusuyken ligde ki bu tip puan kayıpları, titreyen dizleri ayağa kaldırmada fazlaca yararlı olmadığı kanısındayım.

Taktiksel anlamda hem İ.B.B maçında Webo, bu maçta da Shelton'un tek başına savunmayı bu denli yıpratmış olması tehlike çanlarını şimdilik inceden titretiyor ama sanırım en önemli nokta maç sonrası Fatih Terim'in basın toplantısında söyledikleriydi. Rijkaard ve özellikle Hagi'den sonra bu denli kendini bilen açıklamalar yapılıyor olması, gelecek için mutluluk verici.

19 Eylül 2011 Pazartesi

Galibiyet sonrası Jehan Barbur



Uzun bir zaman sonra geçtim bu ekranın karşısına, bir şeyler dökeyim istedim.. Fotoğraftaki adam her ne kadar Beşiktaşın galip gelmesini sağlasa da, ortaları yapan Fernandes i de unutmamak lazım diye düşünüyorum.. Mustafa Pektemek in ise gol atmış olması en az kendisi kadar beni de mutlu etmiştir sanırım.. Şimdi ben bunları yazıyorum da, maçı izledim desem yalan olacaktır..

Evet, maçın yayınının olduğu bir yerdeydim, güzel mezeler ve rakı konseptiyle.. Bir de karşımda gerçekten karşımda oturuyor olmayı hakeden, her ne kadar hala şu yazdıklarımı okuyamasa da ya da duyamasa da, beni mutlu eden, yüzü güldüğünde yüzümü güldüren, tuhaf bir rüzgarın getirisiyle gözümün içine bakıp da, en yakın arkadaşlarından biri olduğumu bir kez de olsa dile getirip, kalan rakıyı da benim içmemi sağlayan bir -arkadaşım- oturduğundan maça çok da konsantre olamamıştım. Ama tabi ki de, oturacağımız yeri seçen bendim ve en azından göz ucuyla takip edecektim..

Maç 1-1 devam ederken sigara içilmeyen bir ortamda bulunduğumuzdan ve benim stresimin de hat safhada olduğu bir an kapı önüne çıktık sigara içmeye.. İşte o sırada attı Sidnei ikinci golünü.. Kısacası galibiyeti getiren goldü bu, ben rahatlayıp, hatun kişiye döndüm ve dedim ki; "Nihayet! Koyduk işte !". Tabi ağzımdan çıkacak kelimelerin, nitelemelerin çok daha farklı olmasını beklerdi kendisi, beklerdik..

İçeri döndüğümüzde, 3. gol de geldi ancak benim için tek etkisi, karşımdakinin de "Aaaa 3-1 oldu" demesiydi... Ya sonra? Sonrası malum işte... Bindi vapuruna ve geçti karşıya... Ben de bikaç bira daha alıp eve girdim.. Kazandık mı yani bu gece?? Hiç sanmıyorum ama, kaybettiğimiz de bir şey yok şu an için. Beşiktaş kazandı, teselli ikramiyesi yapıp, şiddetle tavsiye ettiğim, çok geç de olsa farkına nihayet vardığım "Jehan Barbur" eşliğinde biramı yudumlarken, herkese sesleniyorum, Jehan Barbur un hakkını verelim !